İnsan hem haz hem de acı konusunda hayvanlardan farklı olarak sınırlandırılmamış bir yapıya sahiptir. Hayvan için hayat haz ve acı konusunda bulunduğu andan ibarettir. Fakat insanda aklın hazır zamanla sınırlı olmayan özelliğinden dolayı hem gelecek hem de geçmiş zaman insanın haz ve acı dünyasına dâhildir. Akıl nedeniyle insan hazır zamanla sınırlı olmayan bir canlıdır. Bu nedenle insan eylemlerinde “geçmiş” ve “gelecek” birer eylem nedenidir.
İnsanın yapısal olarak hazza karşı koyması acıya karşı koymasından daha zordur. İnsan her türlü acıdan kaçındığı gibi, hazzın da her türlüsünü ister. Yine insan akıllı bir varlık olmasına rağmen eylemlerini belirlemede hazır hazzın tercihi yönünde iradesini yönlendirmeye eğilimlidir. Bu nedenle “suç”, “günah”, “yanlış”, “ahlaksızlık” vs. demek olan hazır zamandaki az hazzı tercih etmeme konusunda, “gelecek” kavramı içinde daha büyük bir hazzın önüne konulmasına ihtiyaç vardır. Yine az da olsa acıya ve zahmete katlanmama konusundaki eğilimi için de “gelecek” kavramı içindeki daha büyük bir acının önüne konulmasına ve sürekli telkinine ihtiyacı vardır. İnsan eylemlerinde “ahlak” demek olan istikameti ancak bu telkinle yakalayabilir. İnsan sırf akıl varlığı olsaydı, aklın “doğru”yu bilmesi eylemine, “yanhş’î bilmesi de eylemsizliğine neden olabilirdi. Ancak insan eylemlerinde akıl kadar, hatta çoğunluk itibariyle akıldan çok, haz ve acılan ifade eden duygularıyla karar verdiği için, terbiyesinde akla doğrunun bildirilmesi kadar duygularına da daha fazla haz ve daha fazla acı “gelecek” içinde bildirilmelidir. Fakat insan için bilmenin yapmak olmadığı da göz ardı edilmemelidir.
“Gelecek” kavramı konusunda toplumsal değerlerimiz ya kanunen “suç” kavramını, ya da örfen “ahlaksızlık” kavramını kişinin önüne koyar. Bunlar acil ceza olarak görünürler. Suç ve ahlaksızlığın sonucunda toplumdan dışlanmak da hazır bir ceza olarak görünür.
“Gelecek” kavramının belirlenmesinde dinî değerlerimiz insan eylemlerinin sonucunu iyiyse daha büyük bir haz, kötüyse daha büyük bir acı olarak belirler. Akhn haz ve acıyı ifade eden duygulara hâkimiyeti o eylemden elde edilen hazdan daha büyük bir haz düşüncesiyle ve ya katlanılmayan zahmetten daha büyük bir zahmet düşüncesiyle yönlendirilir. Ahlak eylemlerde bir “orta yolda olma” olduğundan, bu durum yani ahlak, yeri geldiğinde hazdan tavız, yeri geldiğinde de zahmete katlanmayı ifade eder. İnsana büyük ve ebedi idealler gösterilmediğinde gaye her zaman hazır hazzın tercihiyle sınırlı kalacaktır.
İnsan hayvanlar gibi irade ve yetenek konusunda sınırlanmadığından, dünya kadar büyük idealler taşıyabilir ya da bütün dünyayı yok etse etkilenmeyecek kadar vahşi bir kalp taşıyabilir. İnsanın terbiyesinde aklını eğitmenin yeterli olmadığı her daim göz önüne alınmalıdır.
İnsan akıl nedeniyle ha/ır zamanla sınırlı bir varlık olmadığından, hazzında ve acısında geçmiş ve gelecek birlikte bulunduğundan kesilecek bir hayvanla idam edilecek bir insan aynı davranışı göstermez. Bu nedenle insanın geçmiş ve geleceği sürekli göz önüne alan yapısı, onun terbiyesinde de göz önüne alınmalıdır.
İnsan için mutluluk, ha/zın ve acısızlığın devamında bulunmaktadır. Her şeyden haz ve acı alabilen insan yüksek idealleri taşıyan ve kıymetli olmayı isteyen ruhunda kendi olduğu kadar, hem sevdikleri, hem bütün insanlar için mutluluk var olmadan mutlu olamaz. Ebedi mutluluk ise insanın iradesinin gerçekleştirebileceği bir hakikat değildir. Bu nedenle insan eylemlerinde istikameti olduğu kadar mutlu olmak için de “ebedilik” kavramına muhtaçtır. “Ebedilik” kavramı ise ancak inançta var olan bir kavramdır. Sınırlı süre görüşecek insanlardaki birbirlerine karşı muhabbet ebedi olarak ayrılmayacaklarını düşünenlerle bir seviyede olamaz.
İnsan değerlerle yaşayan bir varlıktır. Önemsediği, kıymet verdiği şeyler her zamanda var olmuştur. “Bunların gerçek değeri nedir?” sorusu değer dünyamızın şekillenmesi ile doğru orantılı olarak cevaplandırılacak bir sorudur. Değer dünyamıza giren ve bir kısmına evrensel diyebileceğimiz, insani, bir kısmı dinî, bir kısmı toplumsal, ahlaki değerlerimiz vardır. Aynı toplulukta yaşayan insanların bu değerler çerçevesinde bir birliktelikleri ve hareket biçimleri söz konusudur. Bu nerede, nasıl hareket edeceğimizin, başkalarınca hayretle karşılanmayacak düşünce, tutum ve davranış içinde bulunmamızın bilinmesi ve ona göre davranılmasıdır.
Son günlerde değerler noktasında bir erozyondan, değer kaymasından, insanın kişilik kazanması ve olgunlaşmasının çok geciktiğinden bahsedilmektedir. Kendini gerçekleştiremeyen bireylerin sağa-sola savrulması, yalnızlık, kötü alışkanlıklara yönelme ve boşluktan farklı deneyimlere kayma gözlenmektedir. Bir toplum içinde ve değerler dünyasında var olan insanın bu dünyaya yabancılaşması, farklı dünyada imiş gibi davranması kabul edilemez. Her şeyden önce o insanın topluma kazandırılması bir zorunluluktur.
İnsandan, toplumun bir ferdi olma bilinci ile hareket etmesi beklenir. Bunu düzenleyen kurallar manzumesi doğduğundan itibaren insana gerek yaşayarak gerekse bilgi ile öğretilir. Yaşayarak, etrafından görerek, büyüklerini örnek alarak öğrendikleri daha kalıcı olmaktadır. Zaman zaman basit menfaatler çeşitli zorlamalar bu değer dünyamızdan sapmalara neden olabilmektedir. Bu durumda değerlerimizin âlemimizdeki kıymetini hatırlatmaya, basit menfaat veya çeşitli zorluklara feda edilemeyecek kadar değerli olduğunu bildirmeye ihtiyaç vardır.
Değer dünyamızı anlamadan çevremizde olup bitenleri ve tarihimizi anlamamız ve anlamlandırmamız mümkün olamaz. Tüm varlığı tek bir hayat olan insana Çanakkale’de Kurtuluş Savaşı’nda savaşıp ölenlerin yaptıkları nasıl anlatılabilir? Kendi açken arkadaşını tercih eden, muhtaçken yardım eden insan, benciller için sadece bir masal kahramanıdır. Bunlar ebedi bir hayata inanan, vatan savunmasının şehadet olduğunu bilen, yardımlaşmanın mükâfatını uman bir değer dünyası ile anlaşılacak ve anlamlandırılacak olaylardır. Bunun gibi değer dünyamızdaki; Adalet, aile, dürüstlük, alçak gönüllülük, bağımsızlık, bağışlama, cesaret, cömertlik, çalışkanlık, dayanışma, doğruluk, dostluk, emaneti korumak, fedakârlık, gazilik, görgülü olmak, güvenirlik, haya, hoşgörü, iyi niyet, kadirşinaslık, kanaat, kardeşlik, merhamet, millet sevgisi, millî birlik şuuru, misafirperverlik, nezaket, ölçülülük, paylaşımcı olmak, sabır, sadelik, sağlıklı olmaya önem verme, samimiyet, saygı, sevgi, sorumluluk, sözünde durmak, şehitlik, şükür, tarihsel mirasa duyarlılık, temizlik, tutumluluk, vatanseverlik, vefa ve yardımseverlik gibi değerler daima hatırlanmaya ve yaşanmaya ihtiyaç duyulan bir konumdadır.
Bugün “teşekkür ederim”, “bir şey değil” demeyi ya da basit de olsa yalan söylememeyi âlemimize yerleştirecek, insana ve değerlere saygıyı ön plana çıkarmamızla mümkündür. İnsanın yaratılmışların en mükemmeli olduğundan yaratandan ötürü ona sevgi ve saygının gerektiği, yaşantı dünyamızdaki örneklerinin görülmesi ile gerçekleşebilir. Kısaca değerler, bilgi dünyamızdan ziyade yaşam dünyamızın zenginliği olmalıdır.
İnsanın önemi ve değeri âlemimizde tebarüz edince saygı ve sevgiye değer bir varlık olduğu her yönüyle kendini göstermektedir. Kültürümüzdeki “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek” düşüncesi yaratılma noktasındaki eşitliğimizi ve bu değerimizi öncelikle bizim kendimize vermediğimiz, Yüce bir Yaratıcı tarafından bu değerin bize verildiği düşüncesini ortaya koymaktadır. Biz de üzerine basıp geçtiğimiz bir ot olabilecekken, bir karınca olabilecekken, bir taş parçası olabilecekken; her yönüyle mükemmel bir insan olmuşuz. Azalanınız yerli yerince, onlann istediği hadsiz nzıklar zamanında gelmekte. Öncelikle bu değerimizin farkında olmalı ve kendimize saygımızı hiç yitirmemeliyiz. Bu saygınlığımızı korumak ve geliştirmek noktasında gayret içinde olmalıyız. Bu saygınlığımızı yere düşürecek düşünce, söz, hal ve hareketlerden uzak olmalıyız.
Diğer varlıklarla aynı Yaratıcı tarafından yaratılmak noktasında bir birlikteliğimiz var. Bununla beraber insan daha mükemmel bir şekilde yaratılmış ve diğer varlık dünyası istifadesine verilmiş. Hemcinslerinin de kendi gibi bir saygınlığı var. İnsanın kendine olan saygısını gözetmesinin yanında diğer insanlara da saygıyı elden bırakmamalı. Çünkü onlar da yaratılmışların en mükemmeli ve kâinat istifadelerine sunulmuş. Bilhassa yaşça ileri olanlar yani büyüklerimiz, bizler için her türlü özveriye katlanan anne-babalarımız ve öğretmenlerimiz bu saygıyı her yönüyle hak ediyorlar. Çünkü bizdeki haklarını ödememiz zor. Onlar da belki böyle bir şey beklemiyor ama hiç değilse bizim kendimize saygımızın da bir gereği olarak onlara da saygımızı esirgemeyelim. Kültürümüzde bunun örnekleri çoktur. Annesine verdiği sözden dolayı onca yol kat ettiği halde Peygamber (S.A.V.) evde olmadığı için görmeden geri dönen Veysel Karanî, bunun en güzel örneklerinden sadece biridir. Yine “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.’" sözü Hz. Ali’ye ait ve öğretmenin değerini ve saygınlığını ortaya koyan bir sözdür.
Mükemmel yaratılışla, yaratılıştaki farklılık da kendini göstermekte ve buna da saygılı olmamız gerekmektedir. Bunlardan bazısı diğerlerine göre bir eksiklik gibi görünen engel durumlarıdır. Bizim de öyle olmamamız için hiçbir nedenimiz yoktu ve hala da öyle olma ihtimalimiz var. O halde bu durumdaki insanlara da saygıda kusur etmememiz ve hoşgörülü davranıp yardımcı olmamız gerekir. Ayrıca o engel durumunun bizde olmadığının şükrünü eda etmemiz ve bize verilen nimetlerin farkına varmamız da gerekmekte. Diğer bir farklılık durumu da insanların renklerinde, dillerinde, dinlerinde, düşüncelerinde, yaşam tarzlarında vs. ortaya çıkan farklılıklardır. Bunlardan bir kısmı zaten istesek de değiştiremeyeceğimiz bir konumdadır. Diğer kısmı için de empati yapalım, biz o durumda ve küçümsenen, hor görülen ve zorla değiştirilmeye çalışılan bir konumda olsa idik ne hissederdik? İnsanlar elbette ki inançlarının, düşüncelerinin doğruluğunu iddia ederler ve bu konuda çeşitli tezler ileri sürerler. Fakat bu kavgaya ve zorla kabul ettirmeye değil de doğruyu bulmaya yönelik olmalı. Ve doğru hasmınm elinde çıksa bile kabul etmeli. Hoşgörü ile yaklaşılan birçok yanlış düşünceden kişilerin vazgeçtiğine hepimiz şahit olmuşuzdur.
Fıtrata konulan en önemli duygulardan biri de sevgidir ve insan sevgi ile yaşar. İnsan güzellik, iyilik, mükemmellik gibi hasletlere karşı sevgi besler. Yaratılanı Yaratandan ötürü sever. Sevgisizlik ise insanı maddi ihtiyaçlarının çok ötesinde rahatsız eder ve yaşama zevkini öldürür. Hem sevilmek hem sevmek arzusu ile yaratılan insan iki duygunun da tatminini ister Başta en yakınlarından olmak üzere; anne-babası, kardeşleri, akrabaları, arkadaşları vs. tüm varlık dünyası ile böyle bir duygudaşlık içine girer. Çoğu zaman nimetler elinden gidince kıymetini anlayan insan, yakınlarından birisine sevgisini tam anlamıyla ifade edememekten veya onun sevgisine mukabele edememekten üzülmektedir. Onun için Hz. Peygamber (S.A.V.). “Sevdiğiniz kişiye bunu ifade edin.” buyurmuştur. Bu her zaman sözle olmaz, örneğin büyüklerimize saygıda kusur etmememiz, karşımızdakine nezaket kuralları içerisinde davranmamız, bazen bir hediyemiz, tebessümümüz sevgimizin bir göstergesi olur.
Yine önemli bir değerimiz de vefadır. Vefa; bizi seven, sayan, bizim için fedakârlık yapan insanları unutmamak, hatırlamak, kadirşinaslık göstermek gibi anlamlara gelir. Günümüz için “iletişim asrı” dense de çoğu iletişimimiz dar bir dairede sınırlı kalabilmekte ve günlük yoğun rutin işlerimizin yoğunluğu vefa duygumuzu törpülemektedir. Dünyanın öbür ucundan haber almaya çalışan insan yanı başındaki arkadaşını, eşini-dostunu, komşusunu unutabilmektedir. Hâlbuki ilgi ve alaka yakından uzağa olmalıdır. Unutmayalım ki, unutanlar da bir gün unutulmaya mahkum olurlar.