Yaratılmışların şereflisi sıfatıyla yaratılan insana kâinatın imkânları da sunulmuş, onları verenin emirleri ve rızası dâhilinde kullanması öğütlenmiştir. İnsanın mutluluğunun reçetesi dc buradadır. Diğer ilahi dinlerin tamamlayıcısı olan İslam ve O’nun yüce kitabı Kur’an-ı Kerim, önerdiği hayat prensipleriyle bu mutluluk yoluna ışık tutmaktadır. Öyle ya “Yapan bilir, bilen konuşur.” Bi/İm nasıl mutlu olacağımızı, neleri yapıp neleri yapmamamızı en iyi bilen O, Yüce Yaratıcıdır. Diğer türlü insan deneme-yanılma ile uzun hayat yolunda çok zahmetler çekecektir.
İnanç dünyamızın en temelinde eşi, benzeri olmayan, tüm varlıkların yaratıcısı, gücü her şeye yeten, her şeyi işiten, her şeyi gören vs. tüm mükemmel sıfatların sahibi ve noksanlıklardan münezzeh bir Allah inancı vardır. İnancımızın amentüsünde diğer inanç esasları da “Allah’a, meleklerine, kitaplarına ... iman” şeklinde bu Yüce Yaratıcı inancına bağlanmıştır. Yaratılış gayesi Onun varlığını tanımak, iman ve ibadet olan insanın en büyük zenginliği böyle bir Allah inancına sahip olmaktır. O zaman, kendi acziyetini ve fakirliğini O nihayetsiz Kadir ve Gani (zcngin)’nin huzurunda unutacak, O’na sığınıp, O’na güvenecek ve inancı ona tam bir güven verecektir.
Artık onun inanç dünyasında hiçbir şey, hiçbir hadise başıboş ve tesadüfi değildir. Her şeyin bir anlamı ve değeri vardır. Şer gibi görünen hadiseler altında hayırlar, hayır gibi görünenlerin altında ise şerler vardır. Bu dünya yurdu geçici bir menzil ve imtihan alanıdır. Burada daimi olmadığımız, bir misafir olduğumuz için zahmet ve sıkıntıların fazla bir önemi yoktur. Ayrıca o zahmet ve sıkıntılar, ebedi olan güzellikleri bi/e kazandırmak için birer vesiledir. Önemli olan misafirhane sahibinin izni ve emirleri dairesinde hareket etmek ve sükûnet bulmaktır.
O, artık (en gizlileri dâhil) her yaptığı görülen, işitilen, bilinen bir ortamdadır. Zihin dünyasının bile gizli olmadığı bir ortamdadır. Rastgele hareket edecek, hele hele haksızlık veya emre muhalif bir iş yapacak konumda değildir. O, kimselerin görmediği, bilmediği, işitmediği yerlerde bile kendisinden yanlış bir hareket beklenmeyen, o ordaysa yeterli olan, varlığı ile tüm insanlığa güven veren bir konumdadır. Böyle bir ortamda hayvani zevklerden pay kapma yarışının ne kadar pespaye bir anlayış olduğu, böyle insanlardan müteşekkil bir toplumda yaşamanın insana ne kadar huzur vereceğini anlamak hiç de zor değildir.
İnanç dünyamızı derinden etkileyen ikinci bir husus da zerre kadar iyilik ve kötülüğün karşılığının görüleceği bir ahiret inancıdır. Mahdut bir hayatta sıkışıp kalan insan kendini ölümden kurtaramadığı gibi, ölümün bir hiçlik ve yokluk olmadığı inancı ile bu zevk ve lezzetlerden yararlanabilir. Yoksa tadıp ayrılmak insana azap veren bir husustur. Kerim kitabımız sonbahar ve kışta ölen varlıkların tekrar dirilmesi ve insanın ilk yaratılışı gibi delillerle vadedilen ikinci hayatın olacağını bizlere bildirmektedir. Hem çoğu zaman zalimler haksızlıkları ile mazlumlar ise ağlayarak kabre girmektedirler. Eğer böyle kalacaksa bu daha büyük bir zulümdür. Zulümden münezzeh olan Rabbimiz elbette bizleri tekrar yaratacak, herkese yaptıklarının karşılığını verecektir.
Zerre kadar bile olsa yaptıklarının bir karşılığı olduğunu bilen bireyler ise ona göre hareket ederler. Onların dünyasında: cana kast, yalan, iftira, gıybet, hırsızlık, zina, içki, kumar, zulüm, başkalarının haklarına tecavüz, ana-babaya saygısızlık gibi kötülük ve haksızlıklara rastlanmaz. Fertleri böyle bir inanç dünyasında olan toplulukta yaşamayı herhalde herkes arzular.
İnanç dünyamızın bir gereği olan dua ve ibadet insanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerin başında gelir. Bundan dolayıdır ki insanlık tarihi boyunca mabetsiz ve mahutsuz toplumlara rastlanmaz. Bütün inanç sistemlerinde farklılıklarla beraber mutlaka dua ve ibadet bulunur.
İnsan mükemmel ve üstün olarak yaratılmıştır. Bu durum ise insanın bütün kâinatla alakadar ve çok şeylere muhtaç olmasına sebep olmuştur. Mesela; İnsan bir çiçeği istediği gibi baharı da ister, Cenneti de ister. Başka yerde bulunan bir dostunu, akrabasını görmek istediği gibi, kabrin öbür tarafına gömüş bütün dost ve akrabalarını da görmek ister. Bu kadar aciz ve muhtaç olan insan sonsuz kudret ve rahmet sahibi Rabbine sığınmak, ondan yardım istemek zorundadır. Demek ibadet ve dua bir görev ve zahmet olmaktan öte insanın yaratılışı ve konumu, gereğidir. Çünkü nihayetsiz ihtiyaçları karşılayacak ancak nihayetsiz bir güç, kudret ve rahmet sahibi olmalıdır. Bu kudret sahibinden ihtiyaçları istemenin şekli ve yolu dua ve ibadettir. Nasıl ki bir çocuk eli yetişmediği bir şeye isteyerek veya ağlayarak sahip olur. İnsan da eli yetişmediği sayısız denecek ihtiyaçlarını elde etmek için onların sahibi olan Rabbine dua eder.
İbadetler planlı ve sistematik yapılırken dua daha genel ve serbesttir. Ancak bütün ibadetlerin ruhunda dua vardır. Dua ibadetin özüdür. Öyle ise dua ve ibadet ederek her zaman mutlaka bir şeyler elde etmeyi istemek yerine, daha önce verilen nimetleri düşünüp teşekkür etmek gerekir. Çünkü dua ve ibadet aynı zamanda insanın sahip olduğu sayısız nimetlere teşekkürdür. Zira biz başta vücudumuz olarak sayısız nimetlere peşinen sahip olmuşuz.
Dua etmek her istediğimizi elde edeceğimiz anlamına gelmez. Biz hastalığımızı tedavi için doktora müracaat ederiz. Tedaviyi ona bırakırız. Doktor bizi tedavi eder, ancak tedavi şeklini kendi belirler. Biz de dua edip, sonucunu Rabbimize bırakmalıyız. Çünkü O; bazen istediğimizi verirken bazen de istediğimizden daha iyisini verir. İstediğimiz bizim için hayır değilse hiç vermez. Öyle ise “Niçin duam kabul olmadı?” diye düşünmemek gerekir.
İbadetlerin belirli vakitleri olduğu gibi bazı duaların da özel vakitleri vardır. Güneşin batması akşam namazının vakti olduğu gibi, yağmursuzluk da “yağmur duasının” vaktidir. Dua vakti geldiği için yapılmalı, yağmurun yağıp yağmamasına bakılmamalıdır. Yani sonucu Allah’a bırakmalı, takdir edilene razı olunmalıdır (tedavi şeklini doktora bırakmak gibi).
Dua sadece “el açıp bir şey istemek” değildir. İstediğimiz şeyi elde etmek için gayret sarf etmek ve çalışmaktır. Bu çalışmak da ayrıca ibadettir.
Dua insanın iç huzuru kazanmasının en büyük sebebidir. Çünkü dua eden kimse bilir ki: Birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerim Zât var, ona bakar, onu görür. Hem onun hadsiz ihtiyaçlarını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını giderir. Böyle birsine sığınmak insana sınırsız manevi bir kuvvet sağlar.
Dua ve ibadet insan için manevi bir kuvvet kaynağıdır. Ahiret mutluluğu yanında dünya hayatımızda da mutluluk sağlayacak bu vesileleri elden bırakmamak gerekir. Hz. Ömer (R.A.): “Ben duamın kabul olmamasından daha çok dua etmek isteğimin kaybolmasından korkarım.” diyor. Demek biz samimiyetle dua edersek Rabbimiz mutlaka karşılığını verecektir.” Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Duamız olmazsa Rabbım bize niye kıymet versin.”
Bir mümini en fazla ilgilendiren ve günün değişik zaman dilimlerinde inanan insanın tüm gününü dolduran en önemli ibadet namazdır. Namaz için kullanılan “salat” kelimesi en genel ibadet olan “dua” anlamındadır. Herhalde en genel dua ve diğer ibadetleri de içine alan bir ibadet de namaz olduğundan bu isimle anılmıştır. Her günün değişik zamanlarındaki bu Yaratıcı ile olan iletişim ve huzuru hissetme hali O’na bağlılığın en somut ve devamlı bir şeklidir. Böyle bir ibadetle inanan insanın Yaratıcı ile olan iletişimi sürekli korunmuş olur.
Mümin için Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak olarak tanımlanan ibadetin önemi büyük, kapsamı da o derece geniştir. Onun dünyasında diğer önemli bir ibadet de oruçtur. Oruç ibadeti yaygın olan şekliyle ve zorunlu olarak Ramazanda tutulsa da sair zamanlarda da tutulabilen bir ibadettir. Fakat toplumumuzda özellikle Ramazan orucu daha yaygın ve diğer ibadetlere göre daha canlı bir şekilde önemini hissettirmektedir. Ay olarak Ramazan ise kültürümüzde de önemini her daim koruyan bir aydır.
Ramazan ayı; ibadet, rahmet ve mağfiret ayıdır. Bereketi bol, hayrı açık olan bir aydır. Bu ay, bağışlanma ve ihsan ayıdır. Ramazan ayı maddi ve manevi kirlerimizden temizleneceğimiz, insani duyguların coştuğu, tövbe edip hakka yönelme şuurunun geliştiği manevi bir terbiye ayıdır. Bu mübarek zaman dilimi kâinatın sahibi Cenab-ı Hakkın bizlere vermiş olduğu büyük bir ganimettir.
Ramazan ayına ayrı bir güzellik katan hiç şüphesiz İslâm’ın beş şartından biri olan oruç ibadetidir. Orucun maddi ve manevi birçok faydası vardır. Bir ay boyunca tutacağımız oruçla midemizi dinlendirip sağlıklı bir hayat sürdüreceğimiz gibi manevi yönden de sabrı öğrenerek nefsimizi terbiye ederiz. Ramazan ayı aynı zamanda Kur’an ayıdır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “O Ramazan ayı ki insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’an o ayda indirildi.” Ramazan ayının fazileti hakkında Peygamberimiz (S.A.V.) de şöyle buyurmuşlardır: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapılan açılır, cehennem kapılan kapanır ve şeytanlar bağlanır.” “Bir kimse Ramazanın faziletine inanarak ve mükâfatını Yüce Yaratan’dan umarak oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.”
Ramazan ayında oruç tutmak, İslâm'ın beş şartından biridir. Oruç Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet maksadıyla gün boyu (fecir/imsak vaktinden iftar/akşam vaktine kadar ) yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden uzak durmak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. Her şeyin zekâtı olduğu gibi, bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç, insanları dünyada kötülüklerden sakındıran, ahirette de cehennem azabından koruyan ve günahların bağışlanmasına vesile olan bir ibadettir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’dc şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Oruç sizden evvelkilerin üzerine farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı. Umulur ki günahlardan sakınırsınız.”
Oruç, mümini hayvani içgüdülerin pençesinden kurtarıp, melekliğe doğru yükselişin hür ve engin semasında kanat çırpmayı mümkün kılacak bir ruh olgunluğuna ve ermişlik sırrına kavuşturmaktadır. Oruç, Yüce Allah’ın emrine boyun eğmek ve rızasını talep etmektir. Oruç, günahların mağfiret edilmesine bir vesiledir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Kim Ramazan orucunu, iman ederek ve mükafatını sadece Allah Teala’dan bekleyerek tutarsa, onun geçmiş günahları affolunur.” buyurarak orucun günahlardan bağışlanma vesilesi olduğuna işaret etmiştir.
Oruç tutmak sadece aç kalmak değildir. Midemiz oruç tutarken; kendimizi Cenab-ı Hakk’ın hoşnut olmadığı (haram yememek, harama bakmamak, yalan, ara bozuculuk, dedikodu, küfür gibi) şeylerden uzak tutmaya çalışarak; ruhumuza, aklımıza, kalbimize ve diğer azalanınıza da oruç tutturmaya çalışmalıyız. Yani gerçek manadaki oruç, kişinin sadece yeme ve içmeyi terk etmesi değil. Allah’ın haram kıldığı her davranıştan uzak durmasıdır. Asıl mesele insanın nefsini terbiye etmesidir. Aksi takdirde Cenab-ı Allah’ın hiç kimsenin yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.
Oruç riyanın cn az karışacağı bir ibadet olduğu için sevabı en fazla olan ibadetlerden sayılmıştır. Peygamberimizden (S.A.V.) nakledildiğine göre, orucun bu yönüne ilişkin olarak Allah, "Oruç benim içindir; onun karşılığını ben vereceğim.” buyurmuştur.
Bu mübarek ayda bol bol Kur’an okumalı ve O’nu anlama gayreti içerisinde olmalıyız. Çünkü Ramazan ayının diğer bir önemi de Kur’an’ın o ayda indirilişidir. Bundan dolayı Ramazan ayında camilerde okunan mukabeleleri takip edip dinlemeli ve Ramazanın diğer bir güzelliği olan teravih namazlarını kılmaya özen göstermeliyiz. On bir ayın sultanına yakışan şekilde Ramazan ayını karşılamak ve bu mübarek günleri dopdolu geçirebilmek için gayret sarf etmeliyiz.
Hiç şüphesiz inanç, ibadet gibi güzellikleri bizlere Peygamberler aracılığı ile ulaşmaktadır. Ümmetlerine güzel bir örnek olmak, bütün peygamberlerin vazifesidir. Çünkü insanlar her dönem ve asırda örnek alacakları, taklit edecekleri bir model, örnek ve rehbere muhtaç olmuştur. Böylelikle dünya ve ahiret saadetini hedeflemiş ve derecesine göre dünyada bu saadete nail olmuşlardır.
Bütün mahlûkat gibi insanları yaratan Cenab ı Hak insanların, “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Ne için buradayız? Ne yapacağız? Mevcudat ve hadiselerin hakikati nedir?” diye sorduğu akılları acz ve hayrette bırakan sorulan peygamberleri göndermekle cevaplamış ve insanların vazifelerini yine elçileri aracılığı ile insanlara anlatmıştır. Cenab-ı Hakk’ın elçileri aracılığı ile göndermiş olduğu emir ve yasaklar dünya ve ahiret saadetimizin anahtarlan hükmündedir.
Peygamber olan zatın, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddi ve manevi bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Yaratıcı ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek ve peygamberliğim halka tasdik ve kabul ettirmek için de, bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir.
Peygamber efendimiz (A.S.M.), diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa gelmiş ve kendisinden sonraki bütün insanlığın ihtiyacı olan maddi ve manevi kaideleri ve kanunları ortaya koymuş ve bunları ilk olarak kendi tatbik ederek bütün insanlığa model olmuştur. Ayrıca nübüvvetine delil olmak ve Cenab-ı Hakk’ın yanındaki değerini ve ayrıcalığını anlatacak sayısı bine varan mucizeler göstermiştir. Ayın ikiye bölünmesi, parmaklarından su akması, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve okumak ve yazmak öğrenmediği ve ümmi olduğu halde; on dört asrın felsefecileri ve bilim adamlarını hayrette bırakan ve semavi dinler arasında birinciliği kazanan bir din ile birden meydana çıkması gibi mucizeler göstermiştir.
Maddi ve manevi buhranlar yaşayan asrımızın, Peygamber efendimizin (A.S.M.) gibi bir modele olan ihtiyacı şahsi ve toplumsal hayatta şiddetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. İnsanlığa layık hakiki saadeti arayanlar onun getirdiği ölçü ve kuralları bulamamaktan ümitsiz bir arayış ve çaresiz bir lakaytlığa düşmektedirler. Bütün insanlığın içerisinde bulunduğu hastalıkların reçete ve tedavisi ancak ve ancak Peygamber efendimizin (A.S.M.) getirdiği nur ile kâinata bakmak ve onun gibi yaşamakla mümkündür. Maalesef cazip olan birçok caydırıcı ve aldatıcı unsurların mevcut olduğu bu dönemde Peygamber efendimizin (A.S.M.) ortaya koyduğu kanunlar ölçüsünde yaşamak ve teslim olmak onun manevi şahsiyetinin büyüklüğünü idrak ve kabul ile olabilir.
Peygamber efendimizin (A.S.M.) hayatı incelenirken iki faklı şahsiyeti olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Birisi beşeri şahsiyeti olup, tarih ve siyer kitaplarında teferruatıyla anlatılmıştır diğeri ise gözden kaçırılmaması gereken nübüvveti ve risaletidir. Manevi şahsiyeti ve kıymeti bu ikinci şahsiyetinde tahakkuk eder. Maddiyatın ön planda olduğu bu asırda İnsanlar manevi şahsiyeti, fazileti insanları değerlendirme kriteri olarak alamıyorlar. Çünkü her şeyi maddede arayanların akıllan gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.
Peygamber efendimizin (A.S.M) beşeri şahsiyeti bütün insanlık için bir model ve rehberdir. Hepimiz ona benzemek ve onun gibi yaşamak noktasında ciddi bir niyet taşımalı ve gayret göstermeliyiz. Bu cihetteki muvaffakiyetimiz ise onun vazifesini anlamak ve hakiki kıymetini takdir etme ölçüsünde olacaktır. Onun getirdiği emir ve yasaklara uyabilme başarımız Peygamber efendimizi (A.S.M.) hakkıyla tanımakla mümkündür. Bu da beşeri şahsiyeti ile birlikte manevi şahsiyetini öğrenmekle olur.